İşletim Sistemi: Windows XP - Windows Vista
Ekran Kartı: 256 mb - Nvidia 6600 ya da denk bir ATI ekran kartı
İşlemci: Pentium 4 2.4 GHz - ya da denk bir AMD işlemci
Bellek: 1 GB RAM
Tavsiye edilecek sistemin ise şöyle olacağını düşünüyoruz...
İşletim Sistemi: Windows XP - Windows Vista
Ekran Kartı: 512 mb ya da üstü NVIDIA ya da ATI
İşlemci: Core 2 Duo 2.4 GHZ ya da denk bir AMD işlemci ( veya üstü )
Bellek: 2 GB RAM
Sessiz ve sakin bir Fransız liman kentinde yaşayan iki genç o gün verecekleri kararın nelere sebep olabileceğini bilmiyorlardı. Onlar için hayat sıradandı, daha açık söylemek gerekirse monotondu. Onlardan yapılması istenen sadece ayak işleriydi ve onlarda yıllarca bunu yaptı. Koşturdular, hiç durmadılar. Çalıştıkları yerin bilgi akışı çok hızlı olmayı gerektiriyordu, onlarda buna ayak uydurdular. Her gün daha hızlandılar, her gün daha atletik bir yapıya geldiler. Bir gün aralarından biri koşusunun ortasında aniden durdu. Önce elindeki zarfa sonra göz yüzüne ardından da ufuk çizgisine doğru gözlerini hafif kısarak uzun uzun baktı. Bu karizmatik havayı anlayamayan öteki "hayırdır hacı" anlamında dürttü bunu. Kısa bir süre sessizlik olduktan sonra dudaklarından birçok şeyi değiştirecek şu sözler çıktı; "Ya abicim yıllardır koşturup duruyoruz, yapmadığımız şebeklik kalmadı. Niye yahu niye? Ne için yani? Ne sigortamız var, ne adam gibi paramızı veriyorlar. Salak mıyız olm biz? Şu halimize bak dünya da belki de kimsede olmayan vücutlara sahibiz. Bu dandik işte çalışarak mı harcayacağız olm bu vücutları? Madem yapabildiğimiz en iyi iş koşmak, hoplamak, zıplamak bunu kendimiz için yapalım aga. Benim böyle anarşist bir tarafım var sıkıldım birilerinin altında çalışmaktan. Ben çıkıyorum arkadaş hoplamaksa kendim hoplarım hadi eyvallah." Bu sözler diğer elemanı derinden etkiledi. Haklıydı, yapılması gereken tek bir şey vardı. Amaçsızca, sadece onlar istediği için koşmak koşmak koşmak. Ve işte o gün "le parkour" sporu doğdu. Yıllar sonra bu iki gencin hikayesinden etkilenip firmalar filmler çekmeye, oyunlar yazmaya başladı. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildi...
Tamam tamam yukarıda yazan şeylerin birçoğu yalan. Sadece bu sporun iki genç tarafından Fransa'da bulunduğu ve isminin "le parkour" olduğu kısımlar dışında. Açıkçası bu sporu bulan adamların hangi akla hizmet böyle bir şeyi yarattıklarının hikayesini bilmiyorum. Ama benim hikayem gayet güzel oldu kullanabilirler istiyorlarsa. Le parkour "Yamakasi" filminden de hatırlayabileceğimiz, gençlerin evlerin çatılarında, orada burada sürekli koştukları bir noktadan başka bir noktaya farklı şekillerde gidebilme sporu. Zihnen ve bedenen oldukça yorucu olan, müthiş bir kondisyon isteyen tehlikeli bir spor. Peki neden sabahtan beridir bu spor hakkında atıp tutuyorum? Konumuz olarak Mirror's Edge oyunun ana karakteri olan Faith kızımız bir parkour koşucusu da ondan. Oyun boyunca "yahu bu kız deli mi ne diye hoplayıp duruyor?" diye düşünemeyesiniz diyerek kısa (kısa?) bir açıklama geçtim. Ha hala mantıklı gelmiyor olabilir yaptıkları. Olsun onları da böyle kabul edeceğiz, soyutlamayacağız. Yazık...
Artık yavaştan oyuna giriş yapalım. Oyunda kontrol ettiğimiz Faith karakteri gizli mesajları baskıcı yönetimin gözünden sakınarak taşımakla yükümlü bir grubun elemanı. Yani neden sağa sola bu kadar koştuğumuzun, dağ tepe hopladığımızın nedeni bu. Herkes ve her şey yönetim tarafından kontrol altında tutulduğundan sıra dışı bir haberleşme kullanılıyor yaratılan dünyada. Sadece bir bölüm ilerledikten sonra ise gerçek hikaye ortaya çıkıyor. Kardeşinin üzerine yıkılan bir cinayet ve onun adını temizlemeye çalışan bir kız kardeş. Cinayetin arkasında çok daha derin ve komplike olaylar ise yaşanmaya devam ediyor elbette. Hikayenin orijinal olduğunu, hiç yapılmamış bir şey olduğunu söyleyemeyeceğim. Ancak oyunun amacı senaryoyu yaşatmaktan ziyade sunduğu eğlenceyi bir amaca bağlamak olduğundan çokta can sıkmıyor bu durum. Hatta olması gereken buymuş gibi geliyor.Oyunun videoları ilk çıktığı günden beri yeni bir şeyin geldiğini tahmin ediyordu herkes. Tür olarak "Aksiyon/Macera" kategorisine sokabileceğimiz Mirror's Edge bu türe birinci şahıs yeniliğini getiriyor. Daha önce de bir çok oyunda çatıdan çatıya atlamıştık, platformlar arasında mekik dokumuştuk ama hiç bunları kendi gözümüzden yapmamıştık. Prince'i daha önce duvarda koşturmuştuk ama tek görebildiğimiz sırtının nasıl göründüğü idi. Aynı şekilde Altair ile tümseklere tutunarak yukarı doğru tırmanmıştık ama hiç o tümseğe gerçekten yetişip yetişemeyeceğimizi düşünmemiştik. İşte Faith bunları yaparken aklınızda daima endişeler olacak. Son sürat koşarken bir çatıdan atlayıp havada süzülürken aklınızdan geçen tek şey karşıya yetişip yetişemeyeceğiniz olacak. Duvarın üstünde koşarken aşağıda bir uçurum olduğunu hissedeceksiniz. Mirror's Edge'in en büyük artılarını tam burada söyleyelim o halde. Oyun herkese eğlence ve heyecan garantisi sunuyor. Eğer bir oyunu eğlenmek için oynamıyorsanız size hitap etmeyebilir Mirror's Edge ancak eğlence faktörünü görmezden gelebilecek kimse olduğunu sanmıyorum.
Karşımızda özenle hazırlanmış bir dünya bulunuyor. Gökdelenlerden oluşan bir şehre aşağıdan yukarı bakmaya alışan bünyeler olarak bu kez bambaşka bir perspektiften bakma şansımız var. Bütün şehir ayaklarımızın altında, adeta bütün şehir bizim. Giremeyeceğimiz delik, ulaşamayacağımız nokta yok. Ne kadar çevik ve süratli de olsak hedefe giden yolda bize yardımcı olması gereken bir şeye ihtiyacımız olacak. Faith'in en büyük yardımcıları ise gözleri. Önümüzde tablo gibi serili olan şehirde gidilmesi gereken noktaya giden en ideal yolu anında seçebilen gözlere sahibiz. Tek tuşa basarak gitmemiz gereken yere döndürüyor kafasını anında Faith (Fatih diyesim geliyor sürekli hay aksi) ki bu sayede yolumuzu kaybetme şansımız kalmıyor. Aynı gözler kullanmamız gereken tümsek, boru, çıkıntı her ne var ise kırmızıya boyuyor aynı zamanda. Bir çatının üstündeyken atlamanız gereken en ideal noktayı karşı binanın üstünde parlayan kırmızı borulara bakarak anlayabiliyorsunuz. Bu kırmızılar görsellik olarak da oyuna hiçbir eksi katmıyor adeta onların kırmızı olması gerektiğini hissediyorsunuz. Elbette ki biraz uğraşmayla herkes gideceği yolu çok rahat bulabilir ve bu yardıma ihtiyacımız yok diye düşünebilirsiniz. Ancak oyunda ki en büyük rakibimizin zaman olduğu ve hata yapma şansımızın olmadığı düşünülürse bu yardıma çok dua edeceksiniz. Çünkü emin olun buna rağmen defalarca kez ölümün tadına varacaksınız. Bu oyunda düşmemek diye bir şey yok...
Oyunu iki parça halinde ele almak gerekli diye düşünüyorum. 10 bölümden oluşan oyunun her bölümü aksiyon ve macera öğeleri merkezli iki parçaya ayrılıyor. İlk olarak başlangıç noktasından bitiş noktasına kendimizden başka kimse olmayacak şekilde ilerlediğimiz macera kısmı var. Bu kısımlarda ilerlememiz gereken, platform öğeleri de yerleştirilmiş yolları çok da zor olamayacak şekilde çözmemiz gerekiyor. Dört duvar arasında sıkışmış şekilde, yüksek bir noktada ki kapıya nasıl ulaşacağımı düşündüğüm anlarda sık sık oyun bana Portal'ı anımsattı. Hem çevre yapısı hem de yaptığımız şeyin üzerine kurulduğu mantık sebebiyle bu benzerlik benim kafamda oluştu. Bu kısımlar kısmen sıkıcı olsa da aksiyona giden yolda güzel bir geçiş özelliği sağlıyor. Ne zaman ki girmememiz gereken bir yere giriyoruz işte oyun esas o zaman başlıyor. Elleri silahlı güvenlik görevlilerinin tek düşüncesi uyarmaksınız sizi indirmek. Tek silahı kol ve bacak kasları olan karakterimiz ise kaçmanın en doğrusu olduğunu benimsemiş durumda. İşte bu kaçma kısmı o kadar eğlenceli ki sadece deneyerek anlayabilirsiniz. Sağınızdan solundan uçuşan mermiler eşliğinde duvardan duvara zıplamak ve önünüzde uzanan uzun bir yolu soluksuz koşmak kadar adrenalin yüklü çok az an vardır şu içinde bulunduğumuz oyun aleminde. Bir yerden sonra ciddi şekilde soluk alışverişinizin değiştiğini fark edeceksiniz. Kaçma süreci içinde sık sık polislerle karşı karşıya gelmek durumunda da kalacaksınız. İşte bu anlarda rakibin silahını alıp iki üç kişiyi yere sermek durumunda kalabileceksiniz. Oyunun kısa süreli de olsa zamanı yavaşlatma özelliği de bulunuyor. İşte bu özelliği en çok silahları ele geçirme kısmında kullandım ben ama havada süzülürken de oldukça eğlenceli olduğunu belirtmem gerekli.Oyunda yapabileceklerimiz sınırsızmış gibi gözükse de aslında çizgisel bir yapıya sahip olduğu da gerçek. Başlangıç noktamız ve bitiş noktamız sabit, üstelik buraya gidiş yolumuz da sabit. Sadece bir noktaya ulaşmak için farklı iki seçenek sunabiliyor oyun. Örneğin bir üst kata çıkmak için duvara tırmanıp ters bir şekilde zıplayabilir ya da yerdeki bir kutuya basıp sıçrayabiliriz. Bunların dışında oyunda pek bir özgürlük beklemeyin. En azından bir çatıdayken devam edebileceğimiz iki farklı yol olsaydı ve seçtiğimiz yola göre farklı tecrübeler yaşayabilseydik fena olmazdı. Ancak eğer bir çatıdaysanız atlayabileceğiniz daima tek bir nokta oluyor maalesef. Aynı şekilde düşmanların nereden gelecekleri ve nerede duracakları asla değişmiyor. Oyunda bariz bir yapay zeka sorunu var ancak düşmanla çatışmalar oyunun küçük bir bölümünü oluşturduğundan bu çok problem olmuyor. Birkaç farklı güç seviyesinde karşımıza çıkan güvenlik güçleri önce ellerinde dandik tabancalar taşıyan tiplerden sizin gibi koşucu olan tiplere kadar yükseliyor. Arkanızda 3 koşucu güvenlik görevlisi varken tek bir hata yapamayacağınızı bilmek ve en doğru yolu en doğru şekilde koşmanız gerektiği gerçeği insana muazzam bir zevk veriyor. Kaçmak hiç bu kadar zevkli olmamıştı...
Bütün bunların yanında biraz da teknik özelliklerden bahsedelim. Öncelikle şunu belirterek başlayayım, grafiksel anlamda oyunda bir farklılık var ancak bu farklılık tam olarak ne onu anlamak pek mümkün değil. Birkaç temel renk üzerine kurulu dünya o kadar keskin bir şekilde önümüzde duruyor ki başka renge gerek yokmuş gibi hissediyorsunuz. Tamamen beyazlardan oluşan bir şehirde detayların parlak renkleri, detayların aslında ne kadar önemli olduğunu anlatıyor bizlere. Evet oyunun grafikleri bugüne kadar gördüğüm en iyi grafikler değil, modellemeler kusursuz değil ancak grafiklerin insanı kendisine çeken yapısı olduğu da karşı konulmaz bir gerçek. Bunların yanında animasyonlar o kadar özenli hazırlanmış ki koştuğunuzu, atladığınızı gerçekten hissediyorsunuz. Bir borunun altından kayarken veya karşı çatıya son anda yetişip köşeye tutunurken Faith'in verdiği tepkiler son derece gerçekçi. Sesler konusunda ise oyun bence daha iyi bir iş çıkarıyor. Karakter seslendirmeleri (özellikle Faith'in seslendirmesi) son derece kaliteli ve özenle hazırlandığı belli oluyor. Sessizlik içinde koşarken ayakkabımızdan çıkan ses, kayarken pantolonumuzun yerle sürtünme sesi kulağımıza hep gerçekmiş gibi geliyor. Seslendirmeler bu kadar iyiyken müziklerin kötü olması da beklenemezdi. Macera anlarımızda devreye giren sakin ve rahatlatıcı müzik, aksiyon anlarında adrenalin pompalayan bir seviyeye ulaşıyor. Oyunun ana şarkısı olan "Still Alive" (ki bu noktada da Portal ile benzeşiyor) ise beni benden alan enfes bir şarkı olmuş.
Oyunun multiplayer kısmı ise aksiyon/macera öğelerinden sıyrılıp işin özüne yani spora dönüş yapıyor. Bu bölümde ulaştırmamız gereken bir belge yok, takip eden düşmanlar yok, havada uçuşan mermiler yok. Sadece ve sadece bitiş noktasına en kısa sürede ulaşmayı deneyen bizler varız. Bir yolu hiç hata yapmadan tamamlayabilmek ustalık gerektirdiğinden defalarca deneyeceğiniz ve inatlaşacağınız bir bölüm "Time trial" bölümü. Oyunda ilerledikçe bitirdiğimiz bölümlerin belli kısımları online olarak oynayabilmek adına açılıyor. Bu bölümleri ister en iyiyi sağladığınızı görmek adına offline şekilde defalarca oynayabilir veya isterseniz tüm dünyaya o bölümü en hızlı sizin koştuğunuzu haykırabilirsiniz. Her iki şekilde de parkour sporunun özüne indiğinizi hissedecek ve sadece koşmak için koştuğunuzu anlayacaksınız.
Toparlayalım. Oyun dünyasına nadiren yeni şeyler deneyen oyunlar geliyor. Klasikleşmiş ve başarı garantili türlerden sıyrılıp yeniyi denemek riskli olduğundan her baba yiğit elini taşın altına sokamıyor. Bu yenilikler bazen Okami gibi hak ettiği değeri göremiyor ama bazen de LittleBigPlanet gibi el üstünde tutuluyor. Ancak her ne şekilde olursa olsun yeni bir şeyler deneyen oyunlara, bu işten zevk alarak ve tadına vararak oynayan oyuncular değerlerini veriyor ve asla unutmuyor. Mirror's Edge kusursuz bir yapım değil. Yer yer kendini tekrar eden yapısını ve ufak tefek bazı hatalarını görmezden gelmiyorum. Ancak yapmaya çalıştığı şeyin değerinin de farkındayım. Bundan sonrası için "mükemmele" giden yolda ilk adımı attığından ve bu ilk adımı çok çok başarılı gerçekleştirdiğinden hafızalarımızdan kolay kolay silinebilecek bir yapım değil Mirror's Edge. Eğer ki hala oyunları eğlenebilmek adına oynayabiliyorsanız fazla uzaklara bakmayın, işte aradığınız tam karşınızda...
|